Wednesday, October 13, 2010

Hayatın1001hali: Bir Masal Diyarı: Datça..

Hayatın1001hali: Bir Masal Diyarı: Datça..:

"Sonbaharla beraber puslu ve yağmurlu günler başlarken, iş ve hayat telaşını daha da ciddiye alması gerektiğini tüm hücrelerinde hissetmey..."


Sonbaharla beraber puslu ve yağmurlu günler başlarken, iş ve hayat telaşını daha da ciddiye alması gerektiğini tüm hücrelerinde hissetmeye başlıyor insan. Aslında aradan fazla zaman geçmemiş olmasına rağmen yaz günlerinin coşkusu, neşesi, güneşin bize verdiği o pozitif enerji sanki çook geçmişte kalmış gibi geliyor. Son tatilimden bugüne topu topu 1 ay geçti geçmedi ama resimlere baktığımda “ahh ah ne günlerdi” demek geliyor içimden. Hatta yazımı yazmaya karar verdiğimde tek kelimeyle hayran olduğum Datça’yla ilgili bile hafızamı zorlamam gerekti. Neyse ki o kadar derin yer etmiş ki zihnimde fazla zorlanmadım.


Hayatında mutlaka en az birkere Datça’ya gitmeli insan. Ege ile Akdeniz’in tam ortasındaki bu cennet yarımada sizi gerçekten bambaşka bir ruh haline sokuyor. Uzun zamandır görmeyi istediğimiz Datça’ya 5 sene sonra

gitmeye aniden karar verdikten sonra kendimizi yollarda buluyoruz. Marmaris’e kadar geniş otobanlardan rahat rahat geldikten sonra virajlı bir yola sapıyoruz ve bu virajlı yola saptığımız anda gerçek dünyadan da bir miktar ayrıldığımızı hissediyoruz. Yaklaşık 60- 70 km boyunca dağların ve şelalerin arasından kıvrıla kıvrıla geçerek, biraz da meşakkatli bir yolculuk sonrasında adeta büyülü bir masal diyarına ulaşıyoruz. Sağlı sollu dik yamaçlı dağların arasından denize doğru inerken badem, zeytin, çam üçlemesi selamlıyor bizi. İşte tam da bu dağların arasından denize iniş anında aşık oluyoruz Datça’ya. Görmeyi çok beklediğimiz ve beklediğimizin ötesinde bir doğa harikasıyla karşılaşıyoruz, biran evvel keşfetmek, havasını solumak istiyoruz.

Datça’nın merkezi küçücük, mütevazi ve sevimli. Bu sade ve huzurlu minik beldeyi selamlayarak başka bir masal yolundan yine kıvrıla kıvrıla Mesudiye Köyü’ne, kalacağımız yere ulaşıyoruz. Yollarda arı kovanları, kavanoz kavanoz ballar, torba torba bademler, ballı bademler..

Mesudiye tam denizin kenarında “Ovabükü” ve “Hayıtbükü” adında iki muhteşem koyu içine alan hala bakir kalmış, eldeğmemiş bir köy. Zaten Datça’da büyük yerleşim yerleri, devasa tatil köyleri yok. Minicik pansiyonlar, otellerle dolu yarımada, tıpkı bizim kaldığımız denizin kenarındaki minik pansiyon gibi. Zaten deniz ve hava o kadar muhteşem ki ne konfor ne de lüks arıyor insan burada. Yerleştiğimiz gibi kendimizi denize atıyoruz. Çünkü zaman burada o kadar değerli ve doyumsuz ki, hiçbir anını kaçırmak istemiyoruz, nasıl olsa önümüzde birkaç gün var diyoruz, görmek, gezmek ve keşfetmek için. Masmavi deniz yolun tüm yorgunluğunu alıyor üzerimizden. Akşam huzur ve sessizliğe bırakıyor kendini ve denizin sesine. Uzun zamandır yediğimiz en keyifli ve huzurlu yaz tatili yemeğimizi yiyoruz burada. Ege mutfağının hakiki zeytinyağıyla yapılmış lezzetli yemekleri bu keyfi ikiye katlıyor. Datça’nın gecesi de gündüzü kadar bozulmamış ve masalsı. Burada gece gökyüzüne bakınca İstanbul’da yıldız görmeyi unuttuğumuzu fark ediyoruz, küçük oğlum da hayatında ilk defa gökyüzünde bu kadar çok yıldız görmüş oluyor.J

Veee Datça’da günler.. Turlarımıza başlıyoruz hemen. Palamutbükü.. Knidos’a giderken yol üzerindeki inanılmaz koy, şeffaf suları, zeytin ağaçları ile büyülüyor bizi. Denizinde yıkanmadan, zeytin ağaçlarının altında yemeğimizi yemeden geçemiyoruz tabii. Vee yarımadanın en ucu Knidos, tarihin binlerce yıllık dokusu onlarca tekneye “merhaba” diyor. Turkuaz suların içine kadar girmiş kalıntılar, sütunlu sokaklar, oldukça iyi durumdaki antik tiyatrosu binlerce yıl geriye götürüyor bizi. Masal içinde masal yaşamaya başlıyoruz. Ege’den Akdenize doğru esen rüzgar eşliğinde. Ayrılmak istemiyoruz bu tarih ile doğanın bizi kucakladığı yerden..

Eski Datça diğer durağımız.. Bu otantik, küçücük köy, daha girer girmez taş evleri, badem kokuları, daracık begonvilli, mor salkımlı taş sokakları ile bizi içine çekiveriyor. Sanki zaman durmuş ve her şey donmuş gibi, dış dünyayla bağlantısı olmayan bir yerdeyiz. Eski Datça Can Yücel’in bir dönem yaşadığı ve hayata veda ettiği köy. Zaten burada ya şair, ya ressam ya yazar olur insan. Badem ağaçlarının, begonvillerin altındaki sevimli kafede 2 saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruz.. Sanki Can Yücel’in mısraları yankılanıyor:

"Ölüm belki sularından kaçırdığım
O loş suda yıkanmaktır
Durdukça yosundan yeşil
Kulaç attıkça mavi..."

Datça’ya bir giden bir daha gider diyorum ben.. Bu doyumsuz yarımadaya biz de bu kısacık kaçamağımızda doyamadık. Karayolundan ulaşılamayan koylarını keşfetmek için tekneyle gezme fırsatımız olmadı mesela. Bir daha sefer gittiğimizde Datça’da göremediklerimizi görebilmeye, her koyunda birer gece kalmaya, denizinin havasının kokusunu daha fazla içimize geçmeye karar verdik. İstanbul’a döndüğümde daha uzun süre saklayabilmek için!

imza: FEYZA




No comments:

Post a Comment